Dünyada Tarih Boyunca bütünToplumlarda Görülen Ahiret İnancı Nasıldı?
Tarih boyunca bütün toplumlarda, âhiret inancının izleri, İslâmî manada olmasa da, kuvvetli veya zayıf bir şekilde görülmektedir.
Dinler tarihiyle alakalı araştırmaların neticeleri de bu gerçeği destekler mahiyettedir. Tarihde dinsiz bir millete rastlanmadığı gibi, Allah'a imândan sonra, ölüm ötesi bir hayata, en azından, rûhun bedenden ayrıldıktan sonra hayatını sürdürdüğüne dâir bir inancı olmayan topluma da rastlanmamıştır[1].
Onbinlerce yıl öncesinden günümüze mirâs kalan lâhidler, cenaze ayini izleri, mezarlara konulan çeşitli eşyalar, öteki dünya inancının izlerini taşımaktadır[2]. Meselâ, cilalı taş devri insanları, ölüleriyle beraber toprağa yiyecek, içecek, silah ve süs eşyaları gömüyorlardı[3]. Mezopotamya'da Ur'da M.Ö. 2250 yılından kalma kral mezarlarında mobilyalar, müzik aletleri ve kumar malzemeleri bulunmuştur. Mezarlarda silah, şarap ve yiyecek olduğu gibi, öteki dünyada efendilerine hizmete devam için öldürülmüş askerlerin kalıntılarına da rastlanmıştır[4]. Yine, Babil mezarlarında, çamaşırlar, süs eşyaları, ok başları, hatta, bir kadının çürümüş kemiklerinin yanında, tarak ve parfüm şişeleri, beri tarafta, küçük bir çocuğun yanında ise, oyuncaklar bulunmuştur[5]...
Eski Mısır'da, kuvvetli bir âhiret inancının var olduğu söylenmektedir. Eski Mısırlılar'ın, ölülerini, ceninin anne karnında bulunduğu şekil olan kurfesâ halinde yani, çene dizlere değerek oturur vaziyette defnetmeleri, yeniden dirilişe ve yeni bir âleme doğuşa delâlet ettiği şeklinde yorumlanmıştır[6].
Bu sahada eser yazan bazı müellifler, Mısır dinlerini diğer dinlerden ayıran en önemli vasfın ebediyet (sonsuzluk) fikrine verdikleri önem ve ölülerine gösterdikleri itinâ olduğunu söylemişlerdir[7]. Onlara göre gerçek hayat ölümden sonraki hayattı[8]. O dönemlerdeki âhiret inancını ifâde eden bilgilerin fazla oluşu, bu görüşleri desteklemektedir. Meselâ, Eski Mısır kalıntılarındaki tasvirlerine göre, Oziris'in hakimiyetinde olan bu âlem[9], çok çetin hatta firavun için bile pek çok dakik ve zor suâlleri aşmadan ebedî saadet âlemine göçülemeyeceği zor bir âlemdir[10]. Bu âlemde iyilikler galip gelirse iyi bir hayatla, kötülükler galip gelirse kötü bir hayatla karşılaşılır. İyilik ve kötülüklerin miktarı mizân ile belirlenir[11].
Eski Mısırlıların âhiret ahvalini anlatan çeşitli kitapları da vardı. Mezar ve türbe duvarlarına yazılmış çeşitli büyü metinlerinden meydana gelmiş bir derleme ve Mısır şiirinin ölümsüz eserlerinden biri sayılan Ölüler Kitabı[12], âhiretle alakalı kıssa ve duaları[13], rûhun ilahî mahkeme huzurunda söylemesi gereken şeyleri[14] ihtivâ ediyordu. Hatta yardımcı olması için bu kitap ölüyle beraber gömülürdü[15]. Ehramlar kitabında, kralın öbür dünyadaki kaderi hakkında bir takım formüllerden, Sandukalar kitabında ise, ölüyü öbür dünyada tehdit eden şeylerden korumak gayesini güden ve orada hoş bir hayat sürme imkânını veren formüller vardı[16].
Eski Mısırlılar'da tenasüh inancına da rastlanmaktadır[17]. Bu inanca sahip olanlara göre, kötülükleri galip gelenler hayvan bedenlerine sokularak tekrar dünya hayatına dönerler. Hatta, iyi rûhlar da üç bin yıllık cennet hayatından sonra eski bedenlerine girerek yeni bir imtihan için tekrar dünyaya dönerler[18]. Eski Mısırlılar'ın, cesetleri mumyalayarak çürümemeleri için büyük özen göstermelerinin temelinde de bu inancın yattığı tahmin edilmektedir. Onlara göre rûh, ancak cisim sağ kaldığı müddetce yaşayabilir ve rûhun tekrar bedenine dönmesi de ancak bu sayede gerçekleşebilirdi[19]. Mumyalama, ölülere saygının, onları memnun etmenin bir gereği ve ölümden sonraki hayata inanmanın bir tezahürü olarak da değerlendirilmektedir[20].
Eski Mısırlılar'ın âhiret hayatına verdikleri önemin bir delilinin de, ölüleri için sağlam kabirler, piramitler, yaptırmaları olduğu[21] söylenmişse de, çok eski dönemlerdeki Mısırlılar'ın ölülerini mütevazi mezarlara gömerken, medeniyetlerinin ilerlediği dönemlerde böyle büyük piramitler yapmaları büyüklenme ve böbürlenme arzusunu da hatıra getirmektedir[22].
Eski Mısırlılar'ın âhirete atfettikleri bu önem, bazılarını, tarihte âhirete inanan ilk milletin Eski Mısırlılar olduğu kanaatine götürmüştür. Bu iddiâda bulunanların başında tarihçi Heredot[23] gelmektedir. O'nun "Mısırlılar rûhun ebediyetine inanan ilk millettir" sözü bu iddiânın çok eskilere dayandığını gösteriyor. Muâsır âlimlerde de bu iddiâya rastlamak mümkündür[24]. Seyyid Kutub, şu ifâdeleriyle bu iddiâya katılmıştır: "Başka hiç bir millette âhiret düşüncesi henüz doğmadan tam bin yıl önce, Mısır’da uhrevî hesaba imân yerleşmişti. Herkesten önce Mısırlılar âhirete inanmış ve bu inancın üzerinden bin yıl geçtikten sonra, bu inanç diğer milletler arasında yayılmıştır"[25].
Kanaatimizce bu görüş çok iddiâlı ve ihtiyatla karşılanacak bir görüştür. Zira âhiret inancı, eserin mütercimi Ateş'in de dediği gibi, tedrîcî değildir. Bu inanç, Hz. Adem'le insanlık âlemine girmiş ve daha sonraları tarihin çeşitli dönemlerinde, dünyanın değişik bölgelerine gönderilen peygamberler vasıtasıyla insanlara tebliğ edilmiştir. "Her ümmete mutlaka bir nezîr (cehennem azabından uyaran peygamber) gönderilmiştir" (Fâtır, 24) ve "Andolsun, Biz her ümmete Allah'a ibadet etmeleri ve tağuttan sakınmaları için peygamberler gönderdik" (Nahl, 36) âyetleri hiç bir şüpheye yer bırakmayacak bir surette bu gerçeği ifâde etmektedir.
Şüphesiz, Eski Mısırlılar'da izlerine bolca rastlanan ölüm ötesi hayat inancı da, peygamberler vâsıtasıyla bildirilen ilahî tebliğlerden kaynaklanmaktadır. Nitekim, Hz. İbrahim Mısır'a hicret ederek orada bir müddet kalmış, Hz. Yusuf da uzun müddet Mısır'da hükümranlık sürerek bu inancın yerleşmesinde büyük rol oynamışlardır. "Ben (Yusuf a.s) Allah'a inanmayan ve âhireti inkâr eden bir kavmin dinini terkettim" (Yûsuf, 37) âyeti Hz. Yusuf'un Mısırlılar'a, âhiret inancını tebliğ ettiğinin açık bir delilidir.
Kutub, bu âyetin izahında, sonraları, yukarda zikrettiğimiz fikrinden vazgeçtiğini gösteren şu ifâdeleri kullanıyor: "Burada Hz. Yusuf (a.s.)'un sözü olarak âhiretin zikri gösteriyor ki, âhirete imân beşeriyetin başlangıcından beri, bütün peygamberlerin diliyle tebliğ edilen inanç unsurlarından birisidir. Yoksa, mukareneli dinler tarihçilerinin iddiâ ettikleri gibi, akideye sonradan girmiş değildir. Gerçi putperest cahiliyye akidesine fiilen daha sonra girmiştir ancak, sahih semavî tebliğatlarda âhirete imân, devamlı bir surette aslî unsur olmuştur"[26].
Ebu Zehrâ da bu âyetle alakalı olarak şöyle diyor: "Görülen o ki, Hz. Yusuf'un davetinin sadâsı Mısırlılar'ın rûhlarında tesirini icrâ ederek nesiller boyu devam etmiştir"[27].
Dolayısıyla peygamberler vasıtasıyla her tarafa yayılan böyle bir inancı, bir millet veya belli bir coğrafyaya mal etmek doğru değildir. Her ne kadar dört bin yıllık maziye sahib olan Sakkara piramitleri duvarlarındaki Mısır dinî metinleri, ölüm ötesi hayatı anlatan en eski eserler[28] sayılmaktaysa da, bu durum Mısırlılar'ın âhiret inancına sahip olan ilk millet olduklarını göstermez. Çünkü daha önce de bahsettiğimiz gibi, tarih öncesi en eski kabilelerde dahi, ölüm ötesi hayata inandıklarına delâlet eden belirtiler vardır. Mısırlılar'ın âhirete inanan ilk millet olduğunu söylemek için, onların dünya sahnesine çıkan ilk insanlar olduğunun ve o tarihlerde âhirete inandıklarının ispat edilmesi gerekir. Böyle bir şey ispat edilmediğine göre, bu iddiâ da boştur. Kanaatimizce İslam âlimlerinden bu iddiâya yer verenler, iyice düşünmeden Heredot'un iddiâsını nakletmişlerdir.
Yine, bazı araştırmacıların iddiâ ettikleri Mısırlılar'daki âhiret inancının, hayat şartları ve hayır-şer arasındaki mücadeleden doğduğu iddiâsı[29] da, vahyin sunduğu gerçeklere iltifat etmeksizin ortaya atılmış zayıf bir iddiâdır.
Hint Dinleri'nde ise, en bâriz vasıf tenasüh inancıdır. Birunî'nin ifâdesiyle, "Nasıl ki, kelime-i şehadet müslümanlığın şiârı, teslîs hristiyanlığın, isbât (cumartesi günü, çalışmayı bırakmak) yahudiliğin alameti ise, tenasüh de Hint dinlerinin alametidir. Tenasühe inanmayan onlardan sayılmaz" [30].
Ancak, bu inanç Hintlilerle beraber doğmamıştır. Hintliler de başlangıçta insanın dünyaya bir kere geldiğine, ölümden sonra iyileri cennetin, kötüleri ise Yama'nın hakimiyetindeki, cehennemin beklediğine inanıyorlardı[31]. Daha sonraları, Veda metinleriyle tenasüh inancı Hint dinlerine girmiştir[32]. Tenasüh inancına göre, insan yeniden doğduğunda bir hayvanın bedeninde de dünyaya gelebilir. Ancak bazı hindû fırkalarına göre, rûh ancak kendi nev'ine intikal eder. İnsan rûhu yine bir insan, hayvan rûhu da yine bir hayvan olarak dünyaya gelir[33].
Hint dinlerinde, rûhun maddî âlemden kurtularak ebedî nimetlere kavuşması, değişik tabirlerle ifâde edilir. Hinduizm'de bunun adı intılak, Caynizm'de necat, Budizm'de ise, nirvanadır[34].
Yeniden dünyaya gelişin, rûhun tekâmülünü tamamlayıncaya kadar dünyaya tekrar gelmesinin sebebi olan karma kanunu da, Hint dinleri arasında farklı suretlere bürünmüştür. Caynizm'deki karma, Hinduizm'deki gibi amellerin karşılığını gerçekleştiren itibarî bir emir değil, maddî bir varlıktır. Süt su ile nasıl karışırsa, karma da rûhla öyle karışır ve insan nefsini arındırıp, dünyevî rağbetlerden uzaklaşıncaya kadar ondan ayrılmaz, tekrar tekrar dünyaya gelmesine sebep olur[35].
Budizm ise, bir dinden çok felsefî bir düşünce sistemine daha çok benzemektedir. Hatta Buda'nın Allah'a imân fikrinden daha sonraları uzaklaştığı, böylece Allah'la bütünleşme manasında olan nirvananın da, manasını değiştirdiği söylenmektedir. Böylece nirvana, tarihî merhaleler geçirmiştir. Sonraki dönemlerde nirvana, rûhun, nefsi temizleme ve bütün maddî arzuları gemlemek suretiyle, rûhanî temizlik merhalelerinin en üstüne çıkması veya insanın rûhunu karma çemberinden kurtarması olarak tarif edilmiştir[36].
Budizm'de kâinatın ezelî olduğu, başlangıç ve sonunun olmadığı inancının varlığı[37] düşünülürse, böyle bir inanç sisteminde Allah'ı inkâr etmenin kolay olduğu daha iyi anlaşılabilir.
Eski Mısır ve Hint dinlerini karşılaştırdığımızda, her ikisinde de rûhanî bir âhiret inancının var olduğunu, ancak Eski Mısırlılar'ın cesetlerin muhafazasına daha çok itina gösterdiklerini görüyoruz. Tenasüh inancı ise Hint dinlerinde çok şümûllü, Eski Mısır'da ise sınırlı, hatta daha çok firavunlar için geçerli idi. Çünkü, firavunları ilâh sayan Mısırlılar onların öldüğünü görünce çare olarak, ölenin sadece ceset olduğunu, rûhun ise o firavunun evlat veya ahfadından birinin cesedinde başka bir firavun olarak dünyaya geldiğini iddiâ etmişlerdir[38].
Hint dinleri, rûhun bekâsı ve yaptıklarının karşılığını görmesi açısından semavî dinlere benzese de, bu karşılığın dünya hayatında aranmasıyla onlardan ayrılır[39]. Tenasüh inancına sahip Hint dinleri, tabir yerinde ise, âhireti ve ebedî hayatı bu dünyada aramışlardır.
Hint dinlerinde tenasüh inancına zıt gibi görünen cennet ve cehennem inancının da bulunması[40], Hintlilerin ilk dönemlerindeki sahih dinlerinin bir bakiyesi ve uzantısı olarak yorumlanabilir[41].
Eski Mısır'da kuvvetli, Eski Hint'de zayıf bir şekilde görülen cennet ve cehennem inancının Çin'e doğru çıkıldıkça etkisini kaybederek silinmeye yüz tuttuğu, Eski Çinlilerin rûhların bedenden ayrıldıktan sonra, dünyada âileleriyle beraber kaldıkları, bu yüzden, onların atalarının rûhlarına tapıp, onlara kurban sundukları[42] söylense de, kanaatimizce, bu durumu çok geniş olan bu coğrafyanın tamamına teşmîl etmemek daha doğru olur. Çünkü, zikri geçen, Fâtır, 24. âyette ifâde edildiği gibi, her kavme mutlaka bir peygamber gönderilmiştir. O halde böylesine geniş bir coğrafyada ve sayıca kalabalık olan bir millette âhiret, cennet ve cehennem inancının hiç bulunmadığı düşünülemez. Hem, bir şeyin henüz tesbit edilmemesi, olmadığına delâlet etmez. Nitekim tarih öncesi Tibetlilere ait Ölüm Kitabı'nda rûhun fizikî ölümünden sonra geçirdiği merhaleler ve bu merhalelere uğrayacak olan ölünün yapması gerekenler uzun uzadıya anlatılmaktadır[43].
Konfüçyüs'ün de, âhiretle meşgul olmayıp bütün himmetini bu dünya hayatına sarfettiği söylenmekte, "Biz canlılara hizmet edemiyoruz, ölülülere nasıl hizmet edelim, hayatı bilmiyoruz, ölümü nereden bilelim" sözü ona atfedilmektedir[44]. Yine ondan nakledildiğine göre, "Öldükten sonra hayat olup olmadığını araştırmamak daha iyidir. Çünkü, ölen yakınların yaşadıkları bilinse, onları seven evlatları canlarını kıymaya kalkar. Yaşamadıkları bilinse, bu kez de bazı nankör evlatlar onlara saygıda kusur ederler (!)"[45]
Şintoizm'de de, ölülerin rûhlarına tapma adeti vardır. Kami adı verilen bu rûhlar tanrılaştırılır ve her şeyi onların idare ettiğine inanılır
Devamı alta
Paylaş